Rüyanın en tatlı yerinde uyanmak gibiydi seni kaybetmek!
Tam düzlüğe çıkmışken; bir uçurumun kıyısında bitmesiydi yolumun...
Dalında, apansız solmasıydı sarı gülümün...
Kırk yıllık pınarımın, kurumasıydı ateşten...
Artık sen,
Yokluğuna methiyeler düzdüğümdün!
"Sen, mutlulukla kıydığım; ölüm ayırana kadarlık bir nikahtın.
Sıranın acıya geldiği, bir bedeldi yokluğun!
Sen, yazılarıma eni konu yerleşmiş; adı, cismi belirsiz bir sevda; mutlulukla sarmaş dolaş bir hüzündün!
Kalemimi tutuşturan; ölümü, hasreti cümlelerime taşıyan bir ateşti yokluğun!
Sen, hayatla yaptığım bütün savaşların ganimetiydin.
Namlusu yüzüme dönük bir silahtı yokluğun!
Sen, vazgeçmemin engeliydin; anlaşmaya hep uydum.
Ölümle hayat arasında gidip gidip geldiğim, Rus ruletiydi yokluğun!”
Gözlerim ağlarken, gülümseten hatıralardın sen!
Söylediğim Türküler, okuduğum şiirler, en içli şarkılardın!
Oysa, uyarmıştım da seni, “sakın gitme!” demiştim:
“Gidersen, bütün şarkılar hicaz olur, bütün Türküler ağıt!
Gidersen, dönülmez akşamın ufkunda kala kalırım yapayalnız!
Bir uçurumun kenarında, yüzüm gökyüzüne dönük, beklerim, beni sana getirecek rüzgarın esmesini…
Gidersen yazamam da ardından, kelimelere sığdıramam sensizliği…"
Ansızın vuruyor acın,
Zamanıymış, değilmiş, hiç umursamadan...
Ölüm,
Yollarını değiştiriyor yol arkadaşlarımın...
Keder yüklü bir kervan kalkıyor yüreğimden...
Her yitirdiğimle,
Bir vagonu eksiliyor yaşam trenimin...
Ve
Yaklaşıyor son istasyon...
Oysa,
Beni beklemeliydin.
Vasiyet eden bendim!
“Kanatlarını çırpmaktan yorgun düşerse mutluluk, sevda Türküleri hasretten dem vurmaya başlarsa, öyle sağanak değil, ince ince yağarsa yağmur, başının üstüne çöreklenirse hüzünlü bulutlar, amber gibi kokarsa toprak, beni hatırla sevdiğim; bir yağmuru, bir yüreğini çok sevdim.
Büyük bir trende, yalnız bir kompartıman görürsen, penceresinden akıp gidiyorsa şehirler, dur durak bilmeden soluksuz yaşanıyorsa yolculukların, koltuğun üzerinde açık duruyorsa eski bir kitap, okudukça savruluyorsan zamanın suyunda, hangisi hayal, hangisi gerçek karıştırıyorsan, beni düşün sevdiğim; uzun bir yolculuğun tam ortasında, hiç istemeden gittim.
...
Sadece gömüldüğüm gün gel, mezarımın başına, bir kaç dakika daha kal herkes çekildikten sonra…Ben, yüreğine yuva yapmış bir kuştum, gitmeden önce, azat etmeyi unutma!”
Önce hanginiz diye sormadı ki Azrail!
“...yazı-tura attı sanki; sen kazandın, ben kaybettim!
Şimdi, öfkeden çıldırıyorum hasret nöbetlerinde; vuslat için çırpınıyor bir yanım…
Gel gör ki, celladım olamıyorum; dönemiyorum sözümden...
Ölemeyişim bu yüzden!”
Yaşamadım diyemem senden sonra; eğlenmedim, gülmedim... Hatta, kahkahalarımın çınlattığı oldu ortalığı; sesimi takip etti dostlarım; ben neredeysem, yanı başımda bittiler; yalnızlığı pek tatmadım.
...
Çocukları, yaşlıları eksik etmedim, hayatı seyrettiğim penceremin önünden; camının buğulanmasına, kirlenmesine izin vermedim. Beyazını da karasını da bağrıma bastım bulutların; aya, yıldızlara iltimas geçtim belki; ama, güneşi de selamladım. Bir mucizeye tanıklık eder gibi izledim yağmuru, karı; yetmedi, şemsiyesiz dolaştım altlarında... Denizsiz bir şehirde yaşıyor olmam, engel değildi; martıların çığlıklarını duymama; yelkenler süzdürdüm, varlığından emin olmadığım ufuklara; gözlerimi kapatıp taş sektirdim; kimsenin bilmediği kumsallarda... Türkülerimi eksik etmedim, başı dumanlı dağların karşısında; her fırsatta dinledim ormanın gümbürtüsünü; kışın direndiklerini, baharda gülümsediklerini gördüm ağaçların... Sonbaharda ölseler de, hayata döndüklerini fark ettim yaprakların...
Ben de döndüm!
Mükemmel değildim elbet, yaşadığımız hayat gibi; ara sıra ben de düştüm kederin tuzağına...
Heyhat! Düştüğü yerde yanar buldum ateşi...
Ve gülümsek her zaman kolay değildi.
Ve belki,
Bir türlü tükenmeyen bu sözcükler; seni kaybetmektendi!